10 Ağustos 2011 Çarşamba

Arkadaşım Teoman



Uzun yıllar önce Göztepe’de küçük erkek kardeşimin yarı bacağım kadar boyu ile, upuzun halojen lambanın tepesinden aşağı tentürdiyot – resmen nasıl söylendiğini bilmiyormuşum, imla kılavuzundan baktım iyi mi- dökerek az kalsın ateşe vereceği evde yaşarken, Tarkan’a benzediği için okulun popülerler listesine girmiş benden yaşça büyük arkadaşım Bağış’ın telefonda ‘ Feşmekan tv’yi aç. Teoman diye biri çıkmış. Özlem Tekin falan vokal yapmış. Güzel şarkı bak dinle’ demesi ile ‘Ne Ekmek Ne De Su’yu dinlemiştim ilk kez. Klibin sonunda ‘İstanbul Plak’ ibaresini görünce, Mustafa Söğütoğlu’nun ‘Tarkan’dan sonraki yeni keşfi diye düşünmüştüm. Başka birileri de, başka sebeplerle Teoman’la Tarkan arasında bir bağ kurmuş olacaklar ki, giriniz bakınız ekşisözlük şahidimdir, o dönem çok karşılaştırıldılar. Her nedense… Zaman doğumgünüdaşım Pelin’le telefon bağlantısı ile Okan Bayülgen’in haftaiçi gece yarısından sonra yaptığı programları kaçırmadan izlediğimiz dönemler…
Benim ilk Teoman konserine gidişim de, ortaokul yıllarımızın en ‘in’ mekanı Fenerbahçe Pyramid’te gerçekleşen bir toplaşma ardından, parka doğru yürürken köprünün üzerinde satılmakta olan konser biletlerine; güzeller güzeli arkadaşım Tuba ile geçerken ‘Aaa Teoman konseri varmış, gidelim mi’ dememle oldu. Biletix yok o zamanlar. Rumelihisarı Konseri biletleri falan Vakkoromalarda satılırken… Teoman ikinci albümü ‘O’yu yeni yeni çıkarmış…Konser mekanı ‘Bostancı Gösteri Merkezi’… Teoman’ın yediği, içtiği, giydiği, okuduğu, affedersiniz sıçtığıyla ilgilenmeye başlamamın asli sebebi, çok sevdiğim bir insanı çok erken, beklenmedik bir ölümle kaybetmiş olmamdır. Real hayatımda ondan geriye kalan boşluğu dolduracak birini bulamamıştım. Teoman o zamanlar çok paylaşımcıydı. Ya da o zamanın gazeteci ablaları ‘okumuş çocuk boru değil ki’yi motto benimsemişlerdi bilemiyorum. Okuduğum lisede de, oturduğum mahallede de – İstanbul’un göbeğinde ikamet ediyor, özel okula gidiyordum- benimle Teoman’ın paylaştıklarını paylaşacak kimseler yoktu. Dream On’u ilk kez, hele neymiş diye malum sebeple dinlemiştim. İtiraf ediyorum. Achtung Baby’nin satın aldığım ilk U2 albümü oluşu ondandır. Kavafis’le, Raymond Carver’la, Marcello Mastroianni’yle, Jean Seberg’le, Fransız Yeni Dalga Sineması ile,Judas Priest’la Arthur Miller’la…. O tanıştırmıştır. Refika’nın Asmalı’daki ilk şubesinde zaman geçirmeler, Soho’da takılmalar, Taksim Square’i mekan edinmeler hep ondan sonra oldu. Teoman daha sonra tanışacağım insanların, 20’li yaşlarında karşılaşacakları birçok şeyle beni 18’ime girmeden yıllar önce tanıştırdı. Mehmet Güreli’den Kimse Bilmez’i dinlemek de, Umay’ın Şeker Annesi de öyle vurdu kıyılarıma. Listem çok, çok uzun. Kitap, oyun, müzik, mekan, anı…

Ölmüş yazarların anlattıkları şehirlere içi gidenler var ya hani, hayal ediniz efenim James Joyce hayatta ve ondan Dublin’i falan eşzamanlı dinliyorsunuz, bir gidiyorsunuz cafeye aaa bi de ne görün James Joyce. Oturuyorsunuz masasına sohbet muhabbet. Öyle yani.
Ben büyürken Sinematek yoktu İstanbul’da… Ne de Tarık Alangu gibi edebiyat öğretmenlerine denk geldim. Kendime arkadaş edindiğim Teoman’la, her konserine gidip en önde dikilerek görüşüyordum. Başlarda ayda, iki ayda bir derken her hafta, bazen haftada 2, 3 defa. Parkorman’da ilk biramı kendisi ikram etmişti. Yüzlerce konser, binlerce anı, yüz, tanıdık kattı hayatıma.
Teoman benim penceremden güzel adamdı.
Üniversitenin kaçıncı yılından sonra artık konserlere gitmemeye başladığımı tam çıkaramıyorum. Bilinçli bir tercih değil de, kendiliğinden bir kopuştu.
Ancak hayal kırıklıklarımın, eski mutlu günlerime nazaran çoğaldığını net hatırlıyorum.
O sebeple dalga geçilen ilk mektup da, tepki gösterilen ikincisi de canıma minnettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder